Anasayfa / Kişisel İmaj / Göründüğümüz gibi değiliz işte!

Göründüğümüz gibi değiliz işte!

Yüzleşmesi sıkıntılı, kabullenmesi de zor. Rol yapmak veya maske takmak… Farkına varınca kişiye sahtekarlık hissiyatı veriyor ya, ondan belki de. Bir de farkında olmadan davranışlarımızı etkileyen bilinçdışı ögeler var ki, içimizde bizden habersiz başka bir kişilik yaşatıyor. Çoğumuz iyi bir çalışandır mesela. Hele bir de yönetici konumundaysak! Hangimiz mesela cesaretle çıkıp şirket içi dönen etik dışı işleri yüksek sesle dillendirebiliriz ki? Veya hangimiz, sokakta selam bile vermeyeceğimiz o müdür kılıklı insanlardan gülen yüzümüzü esirgeyebiliriz ki? Farkında bile değilizdir gülümserken.

Veya iyi bir öğrenciyizdir. Kopya çekmeyiz, ders kaytarmayız! Hangi lise öğrencisi evine götürmeden önce karne notlarını değiştirmeyi geçirmez ki aklından? Hem zaten muzurluk yapmadan geçen bir öğrencilik hayatı, ilerisi için nasıl bir anı kırıntısı bırakabilir ki!

Bağlı bir eş veya sevgili olmayı da iyi beceririz çoğu kez. Çekici birini görünce kafamızı çevirir, izin bile vermeyiz aklımızdan bazı şeylerin geçmesine!

İş adamlarının sık yurtdışı gezileri hep ‘iş’ amaçlıdır mesela, hanımlar da başarılı bir adamın arkasında olmaktan mutlu görünür! Hatta üzülürler eşlerinin otel odalarına yanlız ve bitkin dönmesine. Her iki taraf da bilir bilmesine de, ancak hayat devam etmelidir bilmiyormuşcasına. Bilinçaltında var olan ise, tek başına kalma duygusunun ağır yüküdür.

Beş yıldızlı bir otelde, bir masözden alınan bir masaj esnasında mesela, düşünülen “ne olacak bu Galatasaray’ın hali?” mi olur gerçekten? Veya para karşılığı çocuğu yaşındakilerle seks yapan zengin patronlar, patroniçeler… Hemen hepsi toplantılarda bambaşka bir tavır takınsa da, farkında değildirler çoğu kez başka bir kişilik daha taşıdıklarından.

İyilik meleği kıyafetimizle orada burada gaza getiren videoları paylaşırız da; kaçımız işe geç kalma pahasına sokakta yaşlı bir teyzeyle on dakika vakit geçiririz ki? Yardımseverlik “olması gereken” bir meziyet diye yer etmiştir sadece zihnimizde.

“Hayatımda hiç sigara izmariti veya başka bir çöpü yola atmadım” diyecek kimse var mıdır aramızda? ‘Bir izmaritten bir şey olmaz’ savunması hazır bir beyin, farkında bile değildir çoğu kez o izmariti attığından. Evlerimiz temizdir oysa!

Daha ağırı; “Geberse de kurtulsak”, “Allah belasını versin”, “ölmeye ölmeye geldik”, “vur kır parçala…” Hangi duygu durumu veya hangi bilinç, kişilere bu sözleri söyletebilir ki?

Bazen bilerek, bazen de bilmeyerek göstermediğimiz, başkalarınca pek bilinmeyen bir tarafımız daha var; ufak bir kişilik. Persona veya gölge’mizden kaynaklanan diğer ben!

İlk defa Analatik Psikoloji‘nin kurucusu Carl Jung tarafından ortaya atılan “gölgearketipi; istenilmeyen, kabul görmeyen, bastırılmış veya gizli tutulmuş kişisel özelliklerin oluşturduğu bilinçdışı bir kompleks.

Persona” ise; toplumun onayını sağlamak amacıyla, bireyin dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimlik.

Kompleks” de Türkçe karşılığıyla karmaşa demek. Bilinçdışında var olan; karar verme yetisini ve sağduyu etkileyen, baskı altında tutan ve ruhsal dengesizliklere neden olabilen karmaşıklıkların tamamı. Hastalıklı davranışları ortaya çıkaran, kişinin bilincini az çok şartlandıran, baskı altında tutulmuş hatıra, duygu ve düşüncelerin bütünü.

Tool’un ‘Forty Six & 2‘ şarkısıyla başladığımız “gölge” hakkında konuşmaya devam etmeden önce, Analitik Psikolojinin temellerini atan Carl Yung‘un “kişilik yapısı“ndaki tanımlara bir göz atalım:

Jung‘a göre kişilinin davranışları geçmişten etkilenir; ancak geleceğe dönük olarak da yapılanmaya devam eder.

Jung; bizlerde oluşan “kişilik” için, birbirleriyle sürekli etkileşimde bulunan çok sayıda sistemden bahsediyor.

Bu sistemler; ego (benlik), kişisel bilinçaltı, kollektif bilinçaltı ve arketipler olarak isimlendirilmiş. [Bu sistemlerin birbiriyle etkileşimi sonucunda da kişiliklerimiz şekilleniyor ve “içe dönük” ya da “dışa dönük” özellikleri ağır basan bireyler oluyoruz.]

Ego mesela bilinçli olan. Bilinç düzeyindeki algılardan, anılardan, düşünce ve duygulardan oluşuyor. Ego, bir düşünceyi, bir anıyı ya da bir duyguyu seçmedikçe kişi bunların varlığından haberdar olmuyor. Son derece seçici. Kişiliğin, kimliğin ve tutarlılığın sürdürebilmesini sağlayan şey ego’muz.

Kişisel Bilinçaltı; burada bilince hiç ulaşamamış ya da ulaştıktan sonra çatışma yarattığı için bastırılmış ve geri gönderilmiş yaşantılar var. Kişisel bilinçaltında depolanan yaşantıların rüyalarda sıkça ortaya çıktığı biliniyor.

Kollektif Bilinçaltı ise; insan ırkının, asırlar boyunca karşılaştığı benzer olayları belli davranış kalıplarına oturtup, bunları kuşaklar boyunca aktarmasıyla oluşuyor. Tıpkı annelik veya babalık rolleri gibi.

Toplamının ‘kollektif bilinçaltı’nı oluşturduğu bu özelliklerin her birine ise “arketip” deniyor. Diğer bir değişle, kelime anlamı ‘ilk örnek’ olan arketipler; duygusal yönü güçlü, tüm insanlara kalıtımla gelen evrensel bellek kalıntıları.

Arketip, semboller ile belli bir biçimde algılama ve bu algılamaya uygun bir biçimde davranıyor. Örneğin anne arketipi önce bir anne simgesini oluşturuyor, sonra bu kavram gerçek anne ile özdeşleşiyor.

Arketipler, başka bir söylemle, tüm insanların paylaştığı, hepimizin ruhunun ortak DNA’ları gibi.

Kollektif bilinçaltında bulunan belli başlı arketipler şunlar:

Persona: Çevresindeki kişilerin onayını sağlamak amacıyla, bireyin dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimlik. Hoşlanmadığımız kişilere dostça davranmamız mesela. Çıkarlarımızı korumak için takındığımız tutumların hepsi persona’mızdan dolayı.

Mevlana “Olduğun Gibi Görün ya da Göründüğün Gibi Ol” derken içimizdeki persona’lara konuşuyor sanki:

şevkat-ü merhamette güneş gibi ol,
kusurları örtmede gece gibi ol,
sehavet-ü cömertlikte deniz gibi ol,
hiddet-ü asabiyette ölü gibi ol,
tevazu ve mahviyette toprak gibi ol,
ya olduğun gibi görün,
ya göründüğün gibi ol.

Anima ve animus: Fizyolojik olarak bir kişi gerçekte her iki cinselliğin de özelliklerini birlikte taşıyor. Ancak biri diğerinden daha baskın. Erkeğin içindeki feminen özelliklere anima, kadının içindeki maskulen özelliklere ise animus deniyor.

Jung’a göre her erkekte doğuştan bir kadın imgesi var ve o erkeğin bilinçdışında bazı değerlerin oluşmasına neden oluyor. Erkek de buna göre seçim yapıp, kimi kadını beğenirken, diğerlerine istek duymuyor. Kadın ise, animus’un gücü sayesinde erkeği anlayabiliyor ve kararlarını yönlendiriyor.

Erkek çocukta anima‘nın ilk yansıdığı kişi anne olurken, kız çocukta animus’un yaşadığı ilk kişi baba.

Jung’a göre; erkeğin tam anlamıyla erkek olmadığını ileri sürmek çelişik ve rahatsız edici olabilir ancak ben bunun kişiliklerimize ‘tamamlayıcı’ bir katkı olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum.

Gölge: Bilinçdışımızdaki ‘diğer ben’. Olmak istemediğimiz ve göstermediğimiz bir alt kişilik gibi. Hani bazen duyarız ya, “bunu yapan ben olamam, kendimde değildim” gibi lafları; işte onlar gölge’mizin marifeti. Kendimiz hakkında bilmediğimiz, bizim ilkel, kontrolsüz ve hayvansal tarafımız.

    Yıllar önce başımdan geçen bir olayı hatırlatıyor bu gölge bana.

    Uzun süredir tanıyıp, çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Onu bırakın, kendimi bile şaşırtan derece severek destek olduğum bu arkadaşımı bir gün, gizlice cüzdanımdan para alırken buldum. Beni görünce ağzından ilk çıkanlar “aman tanrım, ben ne yapıyorum?” olmuştu. Bir daha dönmemek üzere kapıdan çıkarken de “bunu hakeden son insandın, kendimi tanıyamıyorum” lafı kulağımdadır hala. Ona bu utanç veren şeyi yaptıran gölge’siydi işte. Arkadaşlığımızı bitiren de.

    Birine karşı mesela şiddetli nefret duyduğumuzda gölgemiz harekete geçiyor. Neden nefret ettiğimizi kendi içimizde sebeplendiremediğimiz durumları bilirsiniz. Jung burada kişinin kendisine bakması gerektiğini söylüyor. Başka bir kişide gördüğümüzü sandığımız özelliğe esasında kendimizin sahip olduğunu görmek, bizdeki o mantığa dayandıramadığımız nefretin asıl nedeni diyor.

    Toplumun sosyal yapısına ve kafamızdaki ideal kişiliğimizle uyuşmayan özellikler, içimizdeki barbar duygu ve istekler, başkalarının ve kendimizin bilmesini istemediğimiz, utandığımız her şey bizim gölgemizi oluşturuyor.

    İçinde yaşadığımız toplum ne kadar baskıcı, tutucu veya katı olursa, gölge’miz de o denli büyük oluyor.

    Gölge’mize – bilindışında olduğundan – herhangi bir eğitim veya yöntemle dokunmak mümkün değil. O daha çok rüyalarımızda gördüğümüz ilkel, sevimsiz niteliklere sahip, sevmediğimiz hemcinsimiz.

    Nerede yaşarsanız yaşayın, herkesin bir gölgesi var; insanlık var olduğu sürece olmuş, olmaya da devam edecek. O yüzden de gölge, kollektif bilinçdışının bir parçası ve halk arasında şeytan, iblis veya büyücü gibi isimleri var.

    Gölge ve anima arasındaki bağ ile ilgili öyle laflar ediyor ki bu Jung, gel de çık içinden:

    “Bir erkek, kadın hakkında ne söyleyebilir ki; kendinin tam tersi olduğunu mu? Ben tabii ki cinsellik, kızgınlık, illüzyon ve teori dışında, mantıklı bir şeyi ifade etmeye çalışıyorum. Bu denli üstünliğe sahip bir erkek nerede bulunur ki? ‘Kadın’ her zaman erkeğin ‘gölge’sinin düştüğü yerde durur ki, erkek ancak bu sayede ikisinin birden kafasını karıştırabilsin. Daha sonradan erkek bu yanlış anlamayı onarmaya çalıştığında, bu sefer kadını olduğundan daha değerli görüp, onun dünyada en çok arzu edilen şey olduğuna inanır.” (“Women In Europe” (1927). In CW 10: Civilization in Transition. P. 236)

    Jung, kişilerin gölge gerçeği ile yüzleşmesinin dört yolla olduğunu söylüyor:

    İnkar etmek, yansıtmak, bütünleşmek ve değişim (dönüşme). [Burada bahsi geçen ‘yansıtma’ (projection); bilinçaltına itilmiş bir kompleksin, başkasına ait olduğunu zannettiren zihni durum, yani kendi fikirlerini başkasına maletme durumu.]

    Jung kuramcılarının bu arada bir uyarısı var:

    Bilinçdışının – gölge, anima, animus, öz (kendi) – her canlandırılışı hem aydınlık hem de karanlık yöne sahip oluyor. Anima ve animus’un da, aynı şekilde iki yönü var. Kişiliğimize; hayat veren gelişim ve yaratıcılığı sundukları gibi, fosilleşme ve hatta fiziksel ölüme dahi neden olabiliyor.

    Jung’un da bahsettiği bir “işgal” tehlikesi var. Bilincin, bilinçdışı arketipler tarafından işgali. Yani, anima’nın alt’ı (güçsüz kişilikleri) sarmalayıp, sahiplenmesi. “Kötü tad” diyor bu durum için ve önlenmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü bu durumda anima içdünyaya zorla girer ve ego (benlik) ile bilinçdışı arasında bir vasıta (mecra/ortam) gibi hareket etmeye başlar. Tıpkı persona’nın, ego’muz ve çevremiz arasında bir vasıta olmaya çalışması gibi.

    Tool’un “Forty-Six & 2″ şarkı sözlerinden iki satırla da veda edelim:

    Karışık ve güvensiz kuruntularımın içinde, beni karşıya geçirecek bir kırıntı veya rehberlik edecek bir kelime için yuvarlanıyorum… Gölgemin içinde ne sakladığımı bilmek istiyorum.

    Kısaca; davranışlarımızın ve duygularımızın farkında olmak ve yüzleşmek gerek zaman zaman.

    Diğer taraftan; gören gözlere, çarpan kalplere sunduğu tüm güzellikleriyle dolu dolu yaşanası da bir hayat var önümüzde. O yüzden gerek yok derim fazla da kasmaya!


    Ufak bir not: Burada yazdıklarımın, Jung’un kuramlarıyla ilgilenen uzman kişiler tarafından okunduğunda, ne kadar başlangıç seviyesinde ve yüzeysel kalacağının farkındayım. Benimkisi sadece ufak bir farkındalık yaratma isteği. Yazı, bir kişinin bile Jung ve Analatik Psikoloji’yi daha fazla merak edip, araştırmasına vesile olursa da ne mutlu.

    Yazan : Tunç KILINÇ / Fikir Atölyesi

    Hakkında Özgür ŞAHİN

    Türkiye'nin en büyük kişisel gelişim sitesi olan kendinigelistir.com projesinin sahibidir. 2006 yılından bu yana #kişiselgelişim alanında birçok yeniliği bünyesinde bulundurduğu sitede "beden dili, iletişim teknikleri, başarı hikayeleri, motivasyon teknikleri, özgüven gelişimi" gibi bir çok ana tema üzerine yazar, çizer, karalar, öğretmeye çalışır.