İnsan felsefi açıdan bu dünyaya fırlatılmış gibidir. Özellikle tarımı keşfedip yerleşik düzene geçtiği on bin yıl öncesinden başlayarak hızla üstüne koyarak gelişir, değişir ve değiştirir. Diğer taraftan bu değişim ve gelişim yeni ve cevabı bilinmeyen pek çok soruyu da beraberinde getirir. Hayatın anlamını arar. Yaşamın mânasının peşinde koşar. Teolojik ve semavi çıkarımlar yapar. Buna karşın asırlardan bu yana kendini ve kabul edebildikçe evreni keşfetmek için sonsuz bir çabanın içinde yer alır. Varoluşa dair duyumsadığımız bilinmezlik, onun kontrol edilemez atmosferi ve cevaplanamayan sorularının yarattığı kaygılar, tek ve kesin bir cevap arayışını kısmen primitif bir dürtüsellikle taçlandırır. Bunun cevabı, “ama bir anlamı olmalı”dır. Ancak kavramsal olarak pek de anlamı olmayan bu sihirli, tesadüfi kaos ve onun ürettiği düzen insanın benliğini ve onun zihinsel olarak yarattığı “ben, diğerleri ve doğa ilişkisi”ni olduğu gibi kabul etmeye meyletmez. Bireye dünyaya geliş, sona eriş ve aradaki süre için kesin, ön görülebilir cevaplar yani güven ve güvende olma hissi gereklidir. Devamını Oku »