Hayatta bazı durumlar kazanan ve kaybeden ikilemi üzerinden ilerler. Bazı olaylarda kazanan taraf yoktur, bazen de kaybeden. Peki herkesin kazanacağı ilişkiler kurmak kişinin elinde mi? Spor karşılaşmalarında kazanan bir takım olması için mutlaka kaybedenin de olması gerekir. Şans oyunlarında da kazananlar ve kaybedenler var. Bazı ilişkilerde ise her iki taraf da kaybediyor, savaşlarda olduğu gibi. Savaş o kadar şiddet dolu ki kazananın bile kayıpları neredeyse kaybeden kadar büyük oluyor.
İŞ BİRLİĞİ YAPMAK ŞART MI?
Bir de hiç kaybedenin olmadığı ilişkiler var. Mutlu bir evlilik, iyi bir işte çalışmak, iyi dostlarla birlikte olmak, güven veren bir markanın ürünlerini kullanmak gibi. Bu ilişkilerde tüm taraflar kazançlıdır.
Peki herkesin kazanacağı ilişkiler kurmak bizim elimizde midir? İlişkinin kurallarını etkileme gücüne sahipsek iki tarafın da kazançlı çıkmasını sağlamak mümkündür. Alışverişin kurallarını koyan bir işadamı pekala her iki tarafın da mutlu olmasını sağlayabilir. Bir işveren sahibi olduğu iş yerini hem kendisi hem çalışanları için “çalışmaktan mutluluk duyulan” bir yere dönüştürebilir.
Her ne pahasına olursa olsun kazanma üzerine kurulu vahşi bir rekabet anlayışı her geçen gün daha fazla sorgulanıyor. İnsanların kendi kişisel çıkarları peşinde koşması ekonomik gelişme kadar büyük ekonomik krizleri de getiriyor beraberinde.
İnsanın kendi kişisel çıkarını gözetmesinde hiçbir yanlış yok elbette. Yanlış olan insanın kendi çıkarını düşünürken diğerini yok saymasıdır. Bugün nerede bir mutsuzluk, hangi ilişkide sorun varsa bir tarafın sadece kendini düşünmesindendir.
Bir tarafın sadece kendi çıkarının peşinde koştuğu bütün ilişkiler çatırdamaya ve sona ermeye mahkumdur. Sürdürülebilir olan karşısındakini anlamak ve iş birliğidir.
İş birliğine dayanan, her iki tarafında kendi çıkarının yanı sıra diğerinin çıkarını düşünen ilişkilerde, sistem kendi kendini besler ve herkes kazanır. Hangi bağlamda ele alırsak alalım, iş birliği ne kadar sağlamsa tarafların elde ettikleri kazanç da o kadar sürdürülebilir olur.
Sadece doğayla ilişkilerimizde değil toplumsal ilişkilerimizde de “sürdürülebilir” ortamlar yaratmanın yolu insanın kendi çıkarı kadar başkasının çıkarını da gözetmesinden geçiyor.
Ben iş birliği anlayışının bu zamanın ruhu olduğuna inanıyorum. İş birliği hayatımızda giderek daha büyük bir yer kaplıyor.
Bir doktor hakkında bilgi aldığımız internet forumları, bir fotoğraf makinasının kullanımıyla ilgili bilgi aldığımız kullanıcı grupları hiçbir çıkarı olmayan insanların emek ve zaman harcayarak sağladıkları bilgiler sayesinde yaşıyor. Bu insanlar sessiz bir şekilde iş birliğine giderek ürünleri geliştiriyor, şirketlerin kendilerine çekidüzen vermeleri için baskı oluşturuyorlar.
Wikipedia, Google, Amazon, Flickr, Youtube gibi iş modellerinin hepsinin temelinde katılımcıların iş birliği var. Yeni dünya düzeni bu iş birliği üzerine inşa ediliyor. Bizlerin gönüllü katılımıyla hayat bulan sosyal ağlar, bize bugüne kadar öğretilen ekonomi disiplininin temel varsayımlarıyla taban tabana zıt bir dünya yaratıyor. İnsanlar bu ağlarda hiçbir çıkar beklemeden zamanlarını, emeklerini, inandıkları bir amaç uğruna harcayabiliyorlar. Bu gelişmeler, “insanın akılcı olduğu, parasal bir karşılık olmadan hiç emek harcamayacağı” varsayımını dışlayan ekonomi öğretisine karşı yeni bir dünya düzeni oluşturuyor. (Sosyal Paylaşım Siteleri Gelip Geçici Bir Moda Mıdır?)
Yolsuzluktan çevre kirliliğine, trafik keşmekeşinden sağlık sorunlarına, aile içi şiddetten ekonomik krize kadar birçok sorunun çözümü insanın kendini karşısındakinin yerine koyabilmesi (empati) ve bu anlayışla işbirliğine gitmesine bağlıdır.
Bugün birçok şirket inovasyonu açık kaynaklardan beslenerek yapıyor. Eğer Procter & Gamble’ın ürettiği çocuk bezi, şampuan ya da deterjanlarla ilgili yenilikçi bir fikriniz varsa internet sitelerine girip önerinizi sunabilirsiniz. Eğer projeniz hayata geçerse P&G sizi bu projenin ortağı yapmayı vaat ediyor. Şirket önümüzdeki yıllarda hayata geçireceği inovasyonların en az yarısını “açık inovasyonla” yapmayı yani hiç tanımadığı insanlarla iş birliği yapmayı planlıyor. (P&G Connect and Develop Model)
Barry Libert ve Jon Spector “Biz benden akıllıyız.” diyerek şirketlerin kendi sınırlarını küresel yetenek havuzuna açmalarını tavsiye eder. Çünkü müşterilerin ve üçüncü kişilerin şirketle doğrudan etkileşime girecekleri kanalları açmak, yıllar sürecek AR&GE çalışmalarından çok daha kısa sürede ve daha verimli sonuçlar elde edilmesini sağlar. (Biz benden akıllıyız.)
Tüketiciler, açık yüreklilikle işbirliği çağrısı yapan markalara daha çok bağlanıyorlar. Değerler üzerine kurulu, işbirliği kültürünün hâkim olduğu şirketlerde çalışanların şirkete olan bağlılığı çok artıyor.
Clayton Christensen insanların “ne istedikleri” ve bunu “nasıl elde edecekleri” konusunda anlaşmaları halinde gerçek bir “iş birliği kültürü” oluşturabileceklerini öne sürer. Eğer taraflar bu konuda anlaşma sağlayamazlarsa ortaya iş birliği yerine saldırganlık üzerine kurulu bir “güç savaşı” çıkar.
Şirketlerin içindeki güç savaşlarını önlemenin yolu da iş birliği ruhunu yeşertmektir; liderlerin görevi buna uygun iklimi ve zemini oluşturmaktır.
İnsanları, bir şirketin bölümlerini ya da toplumdaki farklı grupları “dayatma” yoluyla yönetmek ancak geçici bir süreyle mümkündür. Başarılı bir iş birliği ortamı yaratmak ise “dayatma” yerine değerlere ve ilkelere dayalı bir anlayışla mümkün olabilir.
Bu sebeple bugünün şirketleri bir “orkestra şefinin” eline aldığı batonla yönettiği senfoni orkestrası gibi yerler olmaktan uzaklaşıyor. Yenilikçiliğin, yaratıcılığın gerekli olduğu bütün ortamlar gibi şirketler de, herkesin “kendi borusunu öttürmek istediği”, çok sesli ve çok renkli caz orkestraları gibi yerlere dönüşüyor. Bugünün liderlerinden beklenen bir senfoni orkestrası şefi gibi değil, caz orkestrası üyesi gibi davranmalarıdır; çünkü iş birliği ve aidiyet ruhunu yaratmak ancak böyle bir anlayışla mümkündür.
Amerika’nın en tanınmış caz eleştirmenlerinden Marshall W. Stearns “Caz, Avrupa çalgılarıyla Avrupa armonisini, Avrupa-Afrika melodilerini ve Afrika ritimlerini birbirine bağlayan, doğaçlama çalınan bir Amerikan müziğidir.” der. İşte caz müziği bu kadar farklı kültürel unsuru içinde barındırmasıyla meşhur, doğaçlamaya dayalı bir müzik türüdür.
Cazı sevip sevmiyor olmanız önemli değil. Ben de caz müziğini bilmediğim için cazdan yeterince zevk almıyorum; ama benzetme şahane! Gerçekten de caz müziği hem her orkestra üyesinin diğerleriyle aynı anlayışla müzik yaptığı hem de kendi istediği gibi öne çıktığı ve bütün bunların büyük bir ahenk (uyum) içinde geliştiği bir iş birliğidir.
Caz orkestralarında doğaçlama kolektif olarak yapılır. Dışarıdan bakanları şaşırtan bu inanılmaz iş birliği aslında bir şefin herkese ne yapacağını dikte etmesiyle değil, ortak temaları herkesin içselleştirmesiyle gerçekleşir. Ortada sadece melodiye eşlik etmek üzere çalınan belirli akortlar vardır. Cazcılar doğaçlama sırasında çaldıklarının bu akortlara uygun olmasına bakarlar. Herkesin kendi stilini ortaya koyduğu doğaçlama müzik böyle gerçekleşir.
Bu benzetmeyle şirketlerde herkes her istediğini yapsın demek istemiyorum elbette; ama şirketlerin caz müziğinden ilham alarak yönetim biçimlerini geliştirmelerini arzu ediyorum.
Liderlerin işi, hedefe ulaşmak, sonuç almak için farklı yetenek ve özelikteki bireyleri gönüllü bir iş birliğine sevk etmektir. Bu da aslında temel ilkeler üzerine inşa edilen bir kültür yaratmakla mümkün olur, tıpkı caz orkestralarında olduğu gibi. (Pazarlama Odaklı Olmak Caz Yapmak Gibidir)
Yazan : Temel Aksoy