Aşıksın. Herşey o kadar güzel ki. Bulutlarda geziyorsun. Dünya üzerinde sanki sadece sen ve o var. Her an onu düşünüyorsun. O, artık, hayatının her yerinde. İşte, evde, arkadaşlarınlayken bile aklında hep o. Tek istediğin onunla olmak. Onun yanında olmak. Hep onun gözlerine bakmak, onun kokusunu içine çekmek. Dudaklarıyla buluşmak. Her şey senin hayal ettiğinden bile güzel. Yaşasın hayat. Yaşasın aşk.
Ne mutlu sana! Ne mutlu kendini teslim edip, aşkı doyasıya yaşayana! Gel gör ki, bu hepimiz için geçerli olamıyor. İçimizde bir yerlerde bir güvensizlik duygusu kapımızı çalabiliyor bazen. “Gitmesin”, “ya giderse”, “hiç bitmese keşke” içsesleriyle bir kaybetme korkusu içimizi sarmalamaya başlıyor. “Endişe etmek, istemediğin şeyi yaratmaktır” diye bir söz geliyor aklıma… Ve endişe ettiğimiz şeyi de yaratmak kalıyor bize ilişkimizden geriye. Kaybetme korkusuyla attığımız adımlar, bize o ilişkiyi kaybettiriyor. Bizi ilk gün, olduğumuz gibi beğenen, “o” kadına aşık olan adam gitmesin diye, o adamın istediğini düşündüğümüz kadınlar olmaya çalışıyoruz. Onun hayatını yaşamaya başlıyoruz. Onun davranmamızı istediğini düşündüğümüz gibi davranıyoruz veya onun bizden taleplerini, istemesek de, bizim kendi benliğimize ters gelse bile, yerine getiriyoruz. Yeter ki o gitmesin. Arkadaşlarımızla görüşmüyoruz, bazılarımız iş hayatımızı bırakıyor, kimisi özgür ruhlarını zincirlemeye kalkıyor, ilişkiye ait yaşamak adına. Yani bizi biz yapan değerlerimizden vazgeçiyoruz aslında.
O adamı ilk başta etkileyen kadını yok etmeye başlıyor ve başka bir kadın olmaya uğraşıyoruz, ne kadar bize uymasa da. Zaten ilişki ilerledikçe de o ilişkinin ilk günlerdeki gibi gitmemeye başlamasının nedeni de bu aslında, anlamıyoruz. “Her şeyi yaptım, hala niye mutsuzum” diye iç geçiriyoruz. Aslında içten içe biliyoruz o ilişkideki kadının biz olmadığını. Sırf sevilmek uğruna, sırf onu kaybetmemek için, sırf bizi terk etmesin diye, ta en mutlu olduğumuz günlerde bile, korkumuzla yaratmaya başladığımız gerçek yerini bulmasın diye çabalıyoruz. Ancak bundan kaçamıyoruz. Kaybediyoruz. Terk ediliyoruz. Acı çekiyoruz. Sonra da neden Allahım diye yakınıyoruz. Her şeyi yaptım, istediği herşeyi oldum yine de sevemedi beni diyoruz…
Çünkü biz kendimizi sevmiyoruz. Kendimizi layık görmüyoruz ki mutluluğa. O yüzden en mutlu olduğumuz gün bile aklımızda birgün bu mutluluğun gideceği, biteceği endişesi ile yaşıyoruz. Başkasının istediği gibi biri olmaya çalışarak sevgi dilenciliği yapıyoruz. Siz olsanız, kendisini sevmeyen birini sevebilir miydiniz? Kendi değerlerine saygı duymayıp, karşısındaki insan için değişen birine, karşısındaki saygı duyabilir mi ki? Kendimiz olmadığımız biri olarak sevildiğimizde, reddettiğimiz öz benliğimizi baskı altına almış olmuyor muyuz ki? Ne kadar maskeler altında sevilebiliriz? O maskeleri taşıyan kişi sevilse bile, o kişi biz miyiz? Peki o maskeye biz ne kadar tahammül edebiliriz? Tahammül sınırımız dolduğunda, ve içimizdeki o kendi özümüz dışarı çıktığında da işte, ilişkide “sen çok değiştin” cümlelerine maruz kalırız. Aslında biz hep aynıydık. Sadece sevgi kırıntısı uğruna, bir başkasını oynadık. Bu kendimize yaptığımız en büyük ihanet değil mi? Şunu öğrenme zamanımız geldi artık galiba: Sen kendini olduğun gibi sevmedikçe, sen kendini reddettikçe, kimse seni sevmeyecek. Bak sen kendini bir sevmeye başla, seni gerçekten sevenler etrafında belirecek.
Yazan : Esra Paça / Mobius Danışmanlık
Ya böyle kızıcam gider bırakır beni diye yapamıyorum kaybetme korkusu arkdşlr