Anasayfa / Başarı Yazıları / Sen terfi beklerken, onlar Facebook profiline bakıyor!

Sen terfi beklerken, onlar Facebook profiline bakıyor!

Çok farklı yaş gruplarından arkadaşlarım var, ancak en çok da 18-24 arasından… Bu gruba bayılıyorum, bana hayat enerjisi veriyorlar. 25-35 arasındakilerin çoğu ise iş hayatının acımasız rekabetinde sıkışıp, bunalanlar genelde. Özellikle profesyonel olarak kurumsal bir şirkette çalışanlar.

Hayatın (bence) en güzel yaşlarında ÖSS kabusuyla boğuş. Dershane, okul, ev üçgeninde kaybettirilen harika yıllar… Sonra atabiliyorsan kapağı, başladın bir üniversiteye. “Ne iş yaparsam bana hobi gibi olur, müthiş keyif alarak çalışırım, iş bana ‘iş’ gibi gelmez” karar verme şansı olmadan kazanılan bir bölüm. [ÖSS sisteminin rezaleti.]

Ve mezuniyet sonrası cv hazırlama, iş başvuruları, mülakatlar… Ve kurumsal bir şirkete atılan ilk adım ve devamında yükselme hayalleri…

Bu kurumsal şirketlerin çoğunda olan bir “performans değerlendirme” sistemi var. Bağlı olduğunuz yöneticinin bir form eşliğinde sizinle bire bir yaptığı görüşmeler… Genelde senede bir yapılan, not pazarlığı şeklinde geçen, gelişime açık alanların atlandığı, atlanmasa bile “şu yönlerini geliştir” demenin ötesine geçmeyen konuşmalar bunlar…

İyi de ben bu yönlerimi nasıl geliştireceğim? Sen ey yöneticim, bana nasıl destek vereceksin, nasıl imkan veya fırsatlar sunacaksın? Onlar yok, sadece “geliştir, seneye öyle gel karşıma!”

Sen ise dürüst, işine bağımlı, insanlara saygılı, çalışkan bir adamsın. Kurumsal iş hayatının da gerektirdiği “oyunu” oynuyorsun kuralına göre. Onların gözünde iyi bir çalışansın. Hatta bu söyleniyor da sana.

Yıllar çabuk geçiyor. Sen artık yetki ve sorumluluklarının artması gerektiğini düşünüyorsun. Birileri terfi alıyor ancak sen yerinde sayıyorsun…

Uzun yıllar bu konularda karar veren, şimdi de dışardan bu “karar vericilere” destek olan bir iş yapan bir adam olarak diyorum ki size: bu iş kocaman bir balon! İstisnalar var, ancak genelde balon.

Peki, nasıl karar veriliyor? İşte size kolay kolay itiraf edilmeyecek acımasız gerçekler burada başlıyor.

Tespitlerim şunlar:

> Senin düşünce şeklini yakından tanıması gereken (ve doğal olarak seni önerecek kişi olan) ilk yöneticin, seni yeteri kadar tanımayacak. Tanıdığını sanacak ama nafile. Onun öncelikleri hep senin işe kaçta gelip kaçta çıktığın, dış görünümün, raporları ne kadar zamanında verdiğin olacak.

> Yöneticilerin çoğu için “iş hayatı” ve “özel hayat” ayrımı vardır. İki ayrı kişiliği yaşarlar! [Richard Branson gibi, “işi iş, oyunu da oyun olarak görmüyorum; her şey hayatın ta kendisi” diyebilen bir yöneticiniz varsa da aman değerini bilin.]

> Kişiler arası iletişimine aşırı dikkat edecek. Ne demek istediğinden çok, “nasıl” dediğine odaklanacak.

> Seni ne kadar kendine rakip gördüğüne bakacak. Onun koltuğunu riske atıyor musun?

> Departmana, şirkete, müşterilere ve hatta sektöre kazandırmaya çalıştığın katma değer “zaten işinin parçası olarak” algılanacak ve takdir görmeyecek. Sen de bir müddet sonra, sadece senden beklenilen işi yapmanın yettiğini görüp, kendi potansiyelini unutmaya başlayacaksın.

> Eleştirmenin ne kadar tehlikeli olduğunu çok kısa bir süre içinde anlayacak ve hataları kanıksamaya başlayacaksın. Hatta kendi hatalarını bile!

> Üst yöneticilerin aldıkları kararları sadece “uygulaman” gerektiğini öğreneceksin. “Neden” sorusunu sık sorarsan yöneticinin işini zorlaştırıyorsun!  Bu onların kendi “iş yeterliliğinin” de sorgulanması sanılacak ki bu da seni “potansiyel bir risk” haline getirecek. Yaratıcılıktan çok senden beklenin “denge” olduğunu öğrenmek uzun sürmeyecek.

> Şirkette kimlerle arkadaş olduğuna bakılacak. Sonra da iş dışı arkadaşlarına… Kendi elinle Facebook‘a eklediğin yöneticin, daha sonra sık sık senin profiline, duvarına, resimlerine, üye olduğun gruplara bakacak. Bizim şirketin kurumsal kültürüne uygun hareket ediyor musun dışarıda? [Çoğu şirkette çalışanlara “yasak” olsa da Facebook, yöneticilere değil! Bu da ayrı bir komedi. “Msn Yasak. İnternet Yasak. Bak Sevgili Patronum!” yazısına dilerseniz bir ara göz atın.]

Uff, bunaldım… Daha fazla listeyi uzatmak istemiyorum!

Sen bütün bu tespitleri ve fazlasını zaman içinde deneyimleyerek öğrenmiş ve kurumsal hayatın bir tiyatro sahnesi olduğunu kabullenmişsin (zaten kabullenmezsen ömrün çok kısa). Kısaca oyunu kuralına göre oynuyorsun.

Sonra bir gün şirkette ihtiyaç doğduğunda terfiler konuşuluyor. Veya terfi olmasa da, bazı kişilerin sorumluluk alanları değişecek. Şimdi de o görüşmelerle ilgili birkaç sıkıcı tespit:

— Son kararı verecek kişi o gün nasıl bir ruh halinde? Bir gece önce sevgilisiyle iyi bir gece geçirip geçirmediğinden, 2 saat önce Genel Müdür’den fırça yiyip yemediğine kadar değişkenlik gösterecek bir şeyden bahsediyoruz.

— Sen bu görüşmenin yapıldığı tarihten önceki “yakın dönemde” akılda kalıcı bir başarı gösterdin mi? Bir – iki aydan öncekiler çoktan unutuldu bile!

— Seni öneren kişi ile dostluğun var mı? Ne pahasına olursa olsun inandığının arkasında durması için sana karşı bir “gönül kredisi” olması şart. Sana kefil olacak sonuçta. Unutma; sonuçta burası onun için de “sadece bir iş yeri.”

— O odadaki diğer tüm kişilerle aran nasıl? Sevilmiyorsan, müthiş işlere imza atmış olsan bile işin çok zor. Bir kademe atlamak veya yetkilerinin büyümesi bu insanlara yaklaşmak demek, onlar da yakınlarına sevilmeyen insanları neden kendi elleriyle getirsinler ki?

— Karar alma süreci hiç de öyle bilimsel geçmiyor. Senin aylarca, bazen yıllarca hayalini kurduğun bir gelişmenin tartışılması uzun da sürmüyor.  İki – üç dakikada işin rengi belli oluyor!

Peki, tüm bunlardan ne çıkıyor:

> Kurumsal şirketlerde çalışmayı bir okul gibi görmek gerek. Çok iyi bir “deneyim.” Çünkü burada yazılanlar gibi şeyleri okumakla anlaşılmıyor hemen. Yaşamak gerek.

> İş yapış şekilleri, prosedürler, şirket kültürü, kişiler arası iletişim, sunum yapma, ast-üst ilişkisini yönetme, yöneticiler arası rekabeti gözlemleme, baskı altındaki insanların tutumları, çatışmalar, dış dünya ilişkileri, koltuk, oda sevdası… Anlatmakla bitmez. “Deneyimden” kastım bunlar.

> Ancak çalışma süresini iyi ayarlamak gerek (bende çok uzun sürdü örneğin bu: 16 yıl. Şaka gibi! :) Bir saatten sonra deneyim eğrisi gerçekten aşağı doğru kayıyor ve olay patinaja dönüyor. Kaybedilen ise hayatın kendisi. Farkında olmadan hem de.

> Şirkette hep başka departman veya bölümlere yatay geçiş zorlanmalı. Ne kadar çok farklı iş ve farklı kişilerle çalışılırsa bu deneyim o kadar zenginleşiyor.

> Bu dönemdeki kazanılacak en büyük değer ise oluşturulacak sosyal ilişkiler. İçeride ve dışarıda. Doğru insanlarla kurulan dostluklar, keyif verme dışında ileride olası işbirlikleri için de müthiş bir artı kazandırıyor. Dışa dönük kişiler, hele bir de empati becerileri yüksekse, bir adım önde oluyorlar hep.

> Sizi hayata bağlacak “tutkuyu” aramak için iyi bir dönem bu. Nasıl olsa çoğumuz bu tutkuyu henüz keşfedemeden bir bölümleri okuyor ve bir yerlerde işe başlıyoruz.  Tıpkı Paul Potts gibi.

Fikir Atölyesi’nde “Aç Kal Budala Kal” yazısıyla kaleme aldığımız, başarı ve tükenişi uç noktalarda yaşamış olan Steve Jobs’ın şu sözlerini hatırladım tekrar:

“Gerekirse dünyanın sana sunduklarından vazgeç, hatta okula bile gitmeyebilirsin ancak asla maceracı ruhundan taviz verme. Yüreğinin ve sezgilerinin sesini dinle; onlar seni yanıltmaz. Neyi sevdiğini bul. Aşık olacağın, büyük bir tutkuyla inanacağın işin sana zaten istediğin başarıları getirecek.”

Burada ufak bir not eklemeliyim:

İçinde olduğumuz ekonomik krizde bırakın standart performans gösterenleri, gerçekten başarılı bulunanlar bile işten çıkartılıyor. Ve bu dönemde yeni bir iş bulmak gerçekten çok zor. Şu an evde oturan ve iş arayan müthiş insanlar var. O yüzden yapılacak her değişikliğin “zamanlamasını” iyi ayarlamak gerek.

Fakat yaşanılan hayat da “tek.” Ne zaman sonlanacağını bilmediğimiz… Ve bu yaşamda elde edinilen deneyimleri kullanabileceğimiz başka bir hayatımız da olmayacak.

En büyük risk, tabii ki risk almamak. Yoksa harcanacak en kötü şey, hayatın ta kendisi olur ki, sanırım alınabilecek bundan daha büyük de bir risk yok.

Kaynak : Tunç KILINÇ / fikiratolyesi.com

Hakkında Özgür ŞAHİN

Türkiye'nin en büyük kişisel gelişim sitesi olan kendinigelistir.com projesinin sahibidir. 2006 yılından bu yana #kişiselgelişim alanında birçok yeniliği bünyesinde bulundurduğu sitede "beden dili, iletişim teknikleri, başarı hikayeleri, motivasyon teknikleri, özgüven gelişimi" gibi bir çok ana tema üzerine yazar, çizer, karalar, öğretmeye çalışır.