Kurumsal bir firmadaki 16 yıllık iş hayatımın özellikle son 10 yılında binlerce kez duyduğum bu cümle son dönemlerde artık bana pek de fazla bir şey ifade etmeyen bir klişeden başka bir şey değildi. Binlerce kez derken abarttığımı düşünmeyin lütfen. Ortalama bir hesapla, üst yönetimle haftada ortalama 2 kez yapılan toplantılarda, ortalama 2-3 kez tekrarlandığını düşünürseniz az bile söylemiş olabilirim.
Başlarda bu kimsenin görmediği ama varlığına inandığı bir “efsane”, söylendiğinde her şeyi değiştirme gücüne sahip “sihirli bir söz” , cevabını arayıp bulmamız gereken “bir bilmece” gibi geliyordu kulağıma. Ama zamanla, bunu en çok söyleyen ve kendinden çok emin görünenler başta olmak üzere, kimsenin bununla tam olarak neyi kastettiğini bilmediğini fark ettim. Ezberlenmiş bir dua gibi, anlamını düşünmeden defalarca söylenen sözler. Söylendikçe söyleyeni rahatlatan ama karşı tarafa bir şey ifade etmeyen “klişe”ler. Kurumsal şirketlerde defalarca tekrarlanan, sorun ve stres ne kadar çoksa o kadar sıklaşan toplantıların faydasızlığı ve sonuca herhangi bir katkı sağlamaması da bu yüzdendi sanırım. Böyle toplantılarda, konunun “ne olduğu”, toplantıya davet edenin “ne söyleyeceği” ve bunun karşısında “sizin ne söylemeniz gerektiği” bellidir. Neredeyse hiçbir süpriz yoktur. Böyle toplantılarda en ufak bir sürpriz, bir çıkış, bir fikir beyanı bile hoş karşılanmaz. Sözlü olarak ifade edilmese de toplantıyı idare edenlerin “vücut dili” her şeyi açıkça anlatır. “Sessiz olun, az konuşun, çok çalışın…” mesajı her hallerinden okunur. En azından benim kurumum ve yöneticilerim özelinde, benim gözümde, o dönemde öyleydi…
İş yapış şekillerinin “hiç değişmediği” bu toplantılarda söylenen bu klişe cümle belki de bu sebeple beni hep içten içe güldürmüştür. Buradaki “iki yüzlülük” , “ne dediğini “ bilmezlik, kendi duruşuna bakmadan karşı tarafı “suçlama” eğilimi satır aralarında açıkça okunur. Belli bir (IQ, EQ) zeka seviyesinin üstü ile çalıştığını unutup, karşısındaki insanları “talimatlarla” yönetmeye kalkan “üst yönetimler” bunun karşılığını çalışanlarının bazen kendilerinin bile fark etmediği bir “pasif” direnişle alırlar.
Bir düşüncenin eyleme dönüşmesi için öncelikle kişi tarafından sebep ve sonuçları ile “anlaşılması”, “anlamlandırılması” ve kendisinin yararına olacağına “inanması” gereklidir. “Tehdit” ve “korkutma” ile sağlanan kısa süreli davranış değişiklikleri uzun dönemde daha “yıkıcı” sonuçlar doğurabilmekte, hem “inanmadığı” bir eylemi gerçekleştiren hem de kişiyi buna “zorlayan” taraf için olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir.
Bir düşünce ile bağlantılı davranışın değiştirilmesi ve içselleştirilmesi için ise bunun “ihtiyaç” olarak benimsenmesi gerekir. “Sebep ve sonuç” ilişkileri karşılıklı tartışılmadan, her iki taraf için “kabul edilebilir” çıkarımlar yapılmadan, tepeden inme bir “talimatlar zinciri” ile davranışları “yönetmek” ancak “ordu”larda görülebilecek bir yönetim şeklidir.
Son bir yıldır aldığım koçluk eğitimlerim sonrası fark ettim ki; çalıştığım dönemde birlikte ilerleyebileceğim, iletişim kurabileceğim, kendimi ifade edebileceğim gerçek bir yönetici koçum olsaymış, onunla bu konularda konuşarak kendim ve kurum için faydalı olabilecek sonuçlara ilerleyebilirmişim. Onunla “mevcut” iş yapış şekillerimin neler olduğu, bu şekilde yapmaktan “sağladığım” faydaların neler olduğu, “ farklı” yapmak istesem “neyi” değiştirmek isteyeceğim, “bunu değiştirmemin” bana ne faydası olacağı, “neyi değiştirebilirim, neyi değiştiremem..” diye düşündüğümde aklıma gelenler, “değiştiremeyeceklerim “ ile ilgili inancımın “nelerden” kaynaklandığı, “kendimde” değiştirmek istediğim şeyler konusunda “hangi adımları atabileceğim..” ile ilgili derinlemesine sohbetler yapma şansım olsaymış, o dönemdeki “kaybolmuşluk” hissi içinde “kendimi” ve “yolumu” rahatlıkla bulabilirmişim.
Koçluk desteği için zaman ve bütçe ayıran kurumlar günden güne artarken, “iş yapış şekillerini” değiştirmek isteyen kurumlar başta olmak üzere, üst yönetimlerin, sahada “yönetici” olamasını bekledikleri kişileri “uzaktan kumanda ile yönetmek” yerine “koçluk desteği” ile kendi istekleri ve sonuçta kurumların da çıkar sağlayacağı şekilde gelişmeleri ve değişmeleri için fırsat yaratmalarının son derece isabetli bir “değişim” olacağı düşüncesindeyim.
Yazan : Hanife Serter | E-Koc